31 Aralık 2009 Perşembe

Yılbaşı Yılsonu Vs Vs.

Çocukluğumdan beri öyle çılgınlar gibi eğlendiğim bir yılbaşı olmadı. Mutlaka eğleneceğim, eğlenmek zorundayım konulu kişisel zorlamalar bir sonuç vermeyince uzun zamandır saldım çayıra. Annemin pişirdiği güzel yemekler eşliğinde izlenen televizyon programları ve saat 11 gibi uykuya geçiş şeklinde girdim son 4-5 senedir yeni yıla. Bir beklentim yok anlayacağınız.

Burada içim burkuldu. Çevrede birlikte kutlayacak pek arkadaş yok. Ben hastayım. Yaşam da yanıbaşımda. Annem de evde tek başına. Keşke Hülyalar gitmeseydi de birlikte girseydik yeni yıla...

Geçen yıl İhsan Amcamı ve eniştemi kaybettik. Hayat devam etti. Evlendik, mastera geldik. Bize güzel şeyler de getirdi 2009.

Kendimize güzel bir sofra kurup film izleyerek gireceğiz yeni yıla. Ailemiz, sevdiklerimiz, dostlarımız sağlıklı, iyi ve mutlu olsun. Bu son ayrılık olsun. Ömür boyu yılbaşlarımız birlikte geçsin. Bunlar benim dualarım.

Mutlu bir yıl, mutlu yıllar olsun :))))

22 Aralık 2009 Salı

Tatil ve Misafir

Dönem bitti. Nasıl geçtiğini anlamadım desem Yaşam beni doğrar. Biraz çok şikayet etmiş olabilirim. Ama bitti. Zaten bir tane kredilik dersim vardı. Onun da sınavı take home idi. Verdim gitti vallahi umarım geçerim. Yaşam'ın geçme kalma konusundaki son derece isabetli yorumunu da aktarmadan geçemeyeceğim:

"Okula 100.000 Dolar veriyorsunuz, geçirmeyip ne yapacaklar" :))))

Tatil için gezi planı yapmadık. Daha doğrusu ben Türkiye'ye gideceğim 15 gün o yüzden kalan günlerde ikimiz de evde oturuyoruz :))

Ama misafirlerimiz var. Hülya, Onur, Emre ve Bıcırık Paşaoğulları bizi ziyarete geliyorlar. Emre müze gezip kültürünü arttırırken biz de Hülyacığımla uzun bir catch up yapacağız. Emre'ye bir de sürprimiz var. Cumartesi yağan kar henüz yerden kalkmadı. Bu da demek oluyor kiEmre ve ben kar topu oynayıp kardan adam yapacağız :)))

Bir misafir daha. Okuldan arkadaşım Yasemin Türkiye'ye giderken kedisi Monty ya da Mantıyı bize bıraktı. Kedicik ilk defa başka evde kalıyormuş. Çok akıllı ve kişilik sahibi bir kedi. Ama dün çok zorlandı. Gece 4'e kadar ağladı, sanırım terk edildim sanıyor :(((

Ya alışacak artık ya da evine götüreceğim onu. Orada bakacağım :)))

3 Aralık 2009 Perşembe

Chicago Chicago

Mübarek şükran günü Amerika'nın en önemli tatillerinden biriymiş. Nasılsa kasım sonundan aralık sonuna kadar sündürülür sonra da noelle birleştirilirmiş. Tatil neredeyse bir hafta olunca Yaşam'ın memleketi Chicago'ya gidelim dedik. Hem o çok özlediğinden hem de sürekli Chicago hikayesi anlatıp beni meraklandırıp DC'ciğime karşı soğuttuğundan bu ilk tatilde bu güzide kuzey şehrini mekan belledik.

Bu bizim karı koca ilk yolcuğumuzdu . O yüzden birlikte ilk defa bir valiz hazırlayıp (ya da bir valize doluşup), evimizi nasıl kapatmamız gerektiğini gelirleyip, Chicago'daki nazik ev sahiplerimiz Serra-Arsun çifti için uygun hediyeyi alaraktan yola koyulduk. Bu arada annemin her tatilimizden önce evi temizlememiz için gösterdiği gerekçe aklıma yatmış olacak ki gitmeden en azından bir ortalık topladık. Ölürüz kalırız evimize girerler düzgün olsun dedim :))))

Uçağımız sabahın 6'sında idi ve bu sabahın 6'sı şükran günü sabahının 6'sı olduğu için metrolar o saatte çalışmıyordu. Bu sebeple taksi çağırttık ve en kalın kıyafetlerimizi giymek suretiyle Chicago soğuğuna hazırlandık. Bu arada Kasım'da orada ne işiniz var donarsınız diyenler bir yanda aman gidin ölmezsiniz ya diyenler bir yandaydı.
Uçağımız American Eagle Jet (böyle değildi adı da neyse) 90 kişilik, avuç içi kadar sevimli bir uçaktı. Yaşam'ın kafası tavana değdi değecek kıvamdaydı ve tüm yolcular pek bir samimiydik. Giderken kafama koydum, uçakta maskemi taktım. Tatile diye gidip domuz gribi olmak da var değil mi ama...Yaşam da tanımazdan gelip!!!! "inerken çıkar artık şunu " diye bir çaktırmadan ayar yolladı bana.
Chicago metrosuna ulaşıp (bu çok kolay çünkü metro havaalanında son buluyor. Medeni şehir) kendimizi mavi hatta attık. Metro biraz korkutucu ne yalan söyleyeyim. İçi İstanbul'daki tünel trenlerine benziyordu, eskiydi. Bir de her 3 koltukta bir kişi uyukluyordu. Yaşayan insanlar da biraz daha farklı D.C'ye göre. Siyah nüfusu fazla ve kilolu insan sayısı da yüksek.
Maviden kırmızıya aktarmamızı yaparak Serra ve Arsun'un evinin bulunduğu cadde üzerindeki Belmont durağında indik. Veeeee Yaşam'dan ilk bomba geldi. "Nerdeydi evleri yavvv?" Metrodan çıktık sağa döndük, küttt Arsun'a bir telefon. Serra çıktı hemen tarif etti. Biz bunun üstüne bir sağa daha döndük. Hava soğuk ve yağmur çişeliyordu. Dolayısıyla benim sabrım da pek limitliydi . "Hayatım sen bu eve gelmedin mi daha önce?" şeklindeki soruma Yaşam'dan ikinci bomba geldi "hiç metroyla gelmedim ki". Hadi bir telefon daha... Meğer ev metrodan çıkıp 500 metre yürüyünce oradaymış. Hatta bütün binalar iki katlı olduğu ve bu bina yöredeki 24 katlı tek bina olduğu için şehrin heerrrr yerinden!!!! görünüyormuş :))) Neyse, evi bulduk sarmaş dolaş olduk. Bir kahvaltı hazırlamışlar sağolsunlar bize. Oturduk afiyetle yedik. Bu arada evde benim bayıldığım bir şey var...Kedileri Raya...Biraz korkak ama alışır dur bakalım dedik.

Kahvaltıdan sonra kalktık, arabaya doluşup bir şehir turu attık. Gölün kıyısından şehir merkezini gördük. Bu şehir gökdelenleri ile ünlüymüş. Nedenini anladım. Şehrin silüetini gökdelenler oluşturuyor. Güneye Yaşam'ın okulu IIT'ye (aslında onun okulu şehir merkezinde, oraya geleceğiz) ve eskiden oturduğu yurt binasını görmeye gittik. Okulun yeri güzeldi, biraz ODTÜ'ye benziyordu ama hintli nüfusu fazla olduğu için bizimkiler şikayetçiydi.
Yaşam'ın bana Ankara'dan beri anlattığı bir kanatçı fenomeni vardır. 30 çeşit sosla kanatları servis eden bu dükkanı aradık, taradık. Meğer kapanmış. Bir hayal kırıklığı yaşandı ki anlatamam.
Sonra ver elini Çin Mahallesi. Chicago'da kocaman bir Çin mahallesi varmış. DC'deki gibi yarım sokak değil anlayacağınız. Orada öğle-akşam yemeğimizi yedik. Bizimkilerin en sevdiği çinci'de en sevdikleri yemekleri yedik. Hava da nasıl soğuk. Kaçtık eve döndük. İlk akşam tabu ve play station oynamak suretiyle günümüzü noktaladık.
İkinci gün baktık hava açık ama soğuk, giydik kışlıklarımızı. Yaşam bana şehri gösterecek. ER dizisinden ve Örümcek Adam 2 filminden hatırlayacağınız metroya bindik ve şehir merkezi sayılan Loop'ta indik. Önce Yaşam'ın okuluna doğru yol aldık. Bu arada Michigan gölünü dik kesen sokaklar dondurucu iken göle paralel sokaklar rahat 2 derece daha sıcak. Chicago şehir merkezi gökdelenleri ile ünlüymüş efendim. Caddeleri geniş olmasına rağmen gökdelenler o kadar yüksekti ki güneş sokağa kadar inemiyordu.



Yaşam'ın okula uzaktan bir bakış attık; rehberim "bir özelliği yok" dediği için çok zorlamadık orayı. Göle dökülen nehir üzerinde resmimizi çektirdik ve yola devam.Bu arada üzerinde bulunduğumuz köprünün altından grmi geçerken açıldığını ve bunun gibi 8-10 köprü daha olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Union Station ikinci durağımız. Birçok filme mekan olan eski bir yapıymış burası. Şimdiden noel süslemelerini de kondurmuşlar. Çok sevimli olmuş. Ankara tren garını da çok severim ben. Burasını oraya benzettim :)



Gardan sonra Amerika'nın ilk opsiyon borsasını gördük. Bu binanın pencereleri bir tuhaf çünkü bu pencerelerden eskinden vinçler sarkar, tonlarca mısır, pirinç vs futures işlemleri için depolanırmış. Sonradan demişler ki bu malları elimizin altında tutmamıza gerek yok ki. İstediğimiz zaman alır satarız. Olmuş size yeni bir borsa türü. Zenginin zenginleşmek için bahaneye ihtiyacı mı var?

Göle doğru giden bir sokağı takip ederek şehrin silüetinin en muazzam şekilde izlenebildiği millenium parka ulaştık. Güneş var ama hava da öyle sıcak filan değil. Millenium park Chicago'nun yüz akı bence. Koskoca gökdelenlerin yanı başına yemyeşil bir park, konser alanı, buz pateni pisti, tenis kortları ve birbirine değişik tarzlarda köprülerle bağlanan müzelerden oluşuyor bu park. Hem de göl manzaralı. Bir de devasa metal fasülye tanesi koymuşlar parkın ortasına ki şehri gezmeye vakti olmayanlar bu fasülyenin dört bir yanında durup Chicago şehir merkezindeki tüm gökdelenleri görebilsin ve resim çektirebilsin. Asıl kalabalık da orada zaten. Çocuk çocuk millet kopmuş gelmiş.




Bizde olsa gölün dibi deyip araziyi kapatıp duvar gibi sahili örerler- bkz. İzmir-Oysa burada insanların ortak kullanımına açık böylesi güzel mekanlar. İçimizden bildik küfürleri sıraladık ne yalan söyleyeyim bizim peyzajın p sinden haberi olmayan, rant peşindeki yöneticilerimize.


Biz resimlerimizi çekip yolun karşısındaki halk kütüphanesine devam ettik. Kütüphaneyi boşaltmışlar ama binanın kendisi kubbesiyle, duvar ve trabzan işçilikleriyle mutlaka görülmesi gereken bir mekan. İçeride karikatür sergisi vardı ama görülecek yerler çok olunca ancak birkaç karikatüre baktık ve çıktık.
Sonrası uzunca bir zaman Michigan Avenue üzerinde -tüm güzel gökdelenlerin bulunduğu bulvar-dümdüz yürümekle geçti. Bu caddeyi de Nişantaşı'na benzettim şahsen. Chicagolular da sağolsunlar soğuk dememişler herkes sokakta. Özellikle yaşlıların o soğukta korkusuzca gezmesi beni çok şaşırttı. Bir de insanlar o kadar canayakındı ki ayaküstü sohbetler gerçekleştirdik neredeyse her köşebaşında.


Gökdelenlerden bir tanesi-Chicago Tribune binası- girişinde kullanılan taşlar nedeniyle dikkatimi çekti. Dünyanın değişik köşelerinden yapı taşları bu binanın zemin katının yapımında kullanılmış, her bir taşın dış yüzeyine de nereden getirildikleri yazılmıştı. Bu binayı CSI-New York'un bir bölümünde görmüştüm. Hemen koşup Türkiye'den ne var diye baktım ve kalakaldım. Türkiye'den gelen taşlardan biri kültür mirası Aya Sofya'dan alınmıştı. Bizden izin alarak mı getirmişler emin olamadım. Diğerini kesin çalmışlar bence çünkü Birecik'teki Roma harabelerinden getirilmişti. Babamın anlattığına göre bir dönem ülkemizdeki müze müdürleri nin bazıları ve tabiat ve kültür varlıklarını koruma kurullarının birtakım üyeleri yemeklere götürülmek veya sözde fenerbahçe sempatizanlığı gösterilmek suretiyle avlanırmış tarihi eser kaçakçıları tarafından. Umarım bu taşlar izinli alınmıştır.

Michigan Bulvarı'nın diğer bir özelliği birçok ünlü mağazaya evsahipliği yapıyor oluşuydu. Alışveriş merkezlerine kapanmak istemeyen insanlar bu bulvar üzerinde hem keyifle geziyor hem de alışverişlerini yapıyorlardı ki bu da hoşuma giden bir ayrıntı oldu.
Bu arada eski su kulesinin bulunduğu meydandaki Girardelli çikolatacısına kapıdan merhaba deyip, birazcık ısınıp üstüne bedava çikolataları hüpletmeyi de ihmal etmedik efem :))
Bulvarın sonlarına doğru tepesinden şehri izleyeceğimiz Hancock binası yer alıyordu. Hancock en yüksek bina olma ünvanını Sears gökdelenine bırakmış ancak popülaritesinden de bir şey kaybetmemiş. 94üncü katı galiba seyir terası olarak düzenlenmiş. Buraya çıkmak isteyen kişi, yetişkin başına 20 dolar ödemeyi kabul ediyor. Benim cin fikirli kocam bizi binanın 96ıncı katındaki bara çıkardı. Buraya çıkarken ücret ödemek gerekmiyor ve bar yönetimi de insanların seyir zevklerine engel olmuyor. Bu sayede, cebimizde kalan toplam 40 doların bir bölümü ile oturup bir şeyler yedik, içtik hem de şehri seyre daldık.

Hancock'tan çıktığımızda saat 3 gibiydi ve son bir durağımız kalmıştı. Tepeden gördüğümüz küçücük sahil. Bu sahil doldurmaymış efendim yolun kıyısına konduruvermişler. Sahile doğru yürürken çok komik bir şey oldu ve benim de koltuklarım kabardı tabi... Karşıdan karşıya geçerken köşede oturan dilenci amca önce beni görüp gülümsedi ve gözlerini belerterek şok olduğunu gösterdi; sonra Yaşam'a dönüp "Smile young man, you cought a beautiful girl" deyiverdi. :))))

Bu gazla sahile nasıl geldim hatırlamıyorum. Aslında hatırlıyorum çünkü bulunduğumuz caddeden sahile ulaşmak için bir alt geçit olduğunu Hancock'un tepesinden görmüştüm. Ama ikimizde daldırıp o geçidi atlamışız. Yaşam neredeydi bu deyince ben de arkada kaldı dedim. O da hayır önümüzde olacak geçit dedi. Tam kaldırımda birbirimize düşmek üzereyken yanımızdan yürüyen amca "don't worry. There is one more ahead" diyerek biraz Yaşam'ın aradığı geçidi gösteriverdi.

Sahilde de oyalanıp romantik yaptık. Çok soğuktu... Bu kadarla geçiyorum çünkü soğuk biraz acıklı bir hal almaya başlamıştı. Geri dönüş, geldiğimiz yolu geri yürüdüğümüz için pek eğlenceli değildi. Ama akşam eve gittiğimizde güzel insanlar Serra ve Arsun bir rakı ve meze sfrası kurmuşlardı ki parmaklarımızı yedik . Üzerine bol kavgalı bir tabu patlattık ve ben yatağa gittim. Gittim ama uyumak ne mümkün. Evin güzel ve biraz tırsık kedisi Raya yayılmış yatağa, oyun istiyor. Onunla oynarken uykuya dalmışım.

Üçüncü gün sabah hedefimiz akvaryumdu. Akvaryum da canlı deniz ürünleri sergisi :))))) Gittik ki kapıda bir kuyruk. Yaşam'ın yüzü düşerekten ben de etrafın resmini çekerekten bekledik yaklaşık 40 dakika. Bu arada bir görevli amca geliyor içeriden diyordu "yetişkinler için biletler 29 dolar, beklemek istemeyenler 35 dolar verip benimle gelebilir". Resmen karaborsacılık yapıyorlardı. Ama resmen yani çünkü bu akvaryumun resmi görevlisiydi. Verdik mi parayı??? Tabii ki hayır.




Akvaryum göl kıyısında kat kat bir bina. Dünyanın her yerinden deniz canlıları sergileniyor. Mimarisi ve iç süslemeleri konusu ile çok uyumlu. Hiçbir detay atlanmamış. Tavandaki avize ve oymaların üzerinde deniz canlıları vardı.
Bizim dikkatimizi en çok deniz atları çekti. Bir de bir camekanın yanında bir kağlumbağaya ilişkin bilgiler vardı. Yaşam'ı çekiştirerek "bu akvaryumda kaplumbağa varmış, dur" dedim ve akvaryumun dibine gidip kaplumbağayı aramaya başladım. Yaşam pis pis sırıtıp "hıııı var" dedi. Gösterdiği yere bakınca akvaryumun içinde taş sanıp altında kaplumbağa aradığım kocaman nesnenin meşhur kaplumbağa olduğunu anlayıverdim :)))))

Balıklar, deniz canlıları, yağmur ormanları, ürkütücü pitonun ve mercan resiflerinin ardından su dünyası gösterisine de katıldık efendim. Balinalar, deniz aslanı, penguenler anlamsız bir çeşit şahin ve tabii ki yunuslar gösterinin baş kahramanlarıydı. Bi de deniz yıldızı elledim. Sapıkım ben :))))
Akvaryumdaki gezimiz akşam saatlerinde son buldu. Serra ve Arsun bizi almak üzere yola çıktıklarında onları beklerken yapılacak bir şey daha vardı. Al Bundy ve iğrenç ailesinin konu edildiği Married With Children dizisinin jeneriğindeki çeşmenin önünde fotoğraf çektirmek. Ama sonuç hüsran ve göz yaşı oldu. Kış geldiği için çeşmeyi boşaltmışlardı. Üstüne akşam karanlığı da bastırınca açıkçası fotoğraf pek de bir şeye benzemedi. Aşağıda iki resim arasındaki on farkı bulabilirsiniz :(((




Ev sahiplerimizin bizi alıp yemeğe götürmelerini beklerken yolda zıplayan bir canlı gördük. Yaşam önce sincap sincap gidiyor dedi. Sonra baktık bu sincap zıplıyor, Yaşam açıkgözü senin için tavşan getirttim Chicago'ya deyiverdi.

Arsun ve Serra gelince önce bir Meksikacı'ya gidip patlayana kadar yemek yedik sonra da University of Chicago bölgesinde geziye çıktık. Bu gezi beni oldukça üzdü. Muhteşem bir mimariye sahip, tarihi üniversite binalarının üstüne bir de üniversitenin yayıldığı mahallenin güzelliği ve tuğladan iki katlı öğrenci evlerini görünce kaderime bir kez daha ağladım. Malum ben hiç üniversite hayatı olan bir yerde okuyamadım. Georgetown da yalan çıktı zaten. :((((



Dördüncü gün Yaşam'la kendimizi yemek turizmine verdik. Saat 11 gibi evden çıkıp tarzı oldukça ünlü bir Brezilya restoranına gittik. Bu tarzda olduğu iddia edilen benzeri bir yeri Ankara'da denemiştim ve Brezilya usulü biber dolmalarını, "sınırlı" sınırsız et çeşitlerini görünce hayal kırıklığına uğramıştım. Ama Brazazzz tek kelimeyle muhteşemdi. Efendim mantık şu: gidiyorsunuz muazzam bir açık salata büfesi, özel yapım ekmekler ve sınırsız et. Size çeşit çeşit et geliyor şişlerde. İstediğinizi belirtiyorsunuz garsona o da kesip tabağınıza koyuveriyor. 12 çeşit et sürekli dönüyor restoranda. Bir de ızgara ananas :)) Ankara'dakinin yarı fiyatına :)))

Brazaz'dan çıkınca Chicago'nun şehir merkezindeki alışveriş merkezlerini tavaf ettik. Bir şey bulamadık, alamadık ama çok çok gezdik. Yaşam yazısı dikişli önden fermuarlı Chicago sweatshirtü isteyince bu alışveriş macerası maalesef biraz kötü bitti. Aradığımızı bulamadık, ben üşüdüm, çok üşüdüm ve rahatsızlandım. Bu sebeple alışverişi kesip yiyişe geri döndük. Akşam yemeğimizi yedikten sonra Yaşam masterdan bir arkadaşı ile buluşmaya gitti ben de eve gidip kedicik ile oynadım :)))
Aslında ilk geldiğimiz günün ertesi günü Kara Cuma idi. Bu kara cuma Amerika'da mali yılın son günü olduğu için bütün dükkanlar acayip indirimler yapıyormuş. Bu kara cuma milletin mağaza kapılarında yatarken Türk haberlerine konu olduğu gün. İşte Serra aslında kara cumaya gidelim demişti. Saatleri de kurmuştuk, gece 4 gibi kalkıp gidecektik ama durumun anlamsızlığını sıcacık uykumuzdan kalkınca fark edip hemen uykuya kaldığı yerden devam ettik. Bu sebeple, beşinci gün rotamızı tarih ve şehirden alışverişe çevirdik. Arsun bizi outlete götürdü biz de bulduklarımızı götürdük :)))))
O gün akşam güya jaz dinleyip Chicago jaz komünitesini şereflendirecektik ancak evde pideler yapılıp biz de onları yiyip yamulunca kültürel aktivite yine başka bahara kaldı :)))

Salı günü (son gün) bütün gün evde ev sahiplerimizle oturduk. Hem bütün şehri gezip bitirdiğimizden hem de ben artık sıcak evden çıkmayı şiddetle reddettiğimden akşamı evde ettik. Eşyamızı toplayıp Chicago ile vedalaştık. Son kez metroya binip soluğu havaalanında aldık. American Eagle'ın jet adındaki tayyaresiyle sallanarak evimizin yolunu tuttuk.

Kendime not: İnsanın sevdikleriyle gittiği yerler dünyanın en güzel yerleri oluveriyor :)))