31 Aralık 2009 Perşembe

Yılbaşı Yılsonu Vs Vs.

Çocukluğumdan beri öyle çılgınlar gibi eğlendiğim bir yılbaşı olmadı. Mutlaka eğleneceğim, eğlenmek zorundayım konulu kişisel zorlamalar bir sonuç vermeyince uzun zamandır saldım çayıra. Annemin pişirdiği güzel yemekler eşliğinde izlenen televizyon programları ve saat 11 gibi uykuya geçiş şeklinde girdim son 4-5 senedir yeni yıla. Bir beklentim yok anlayacağınız.

Burada içim burkuldu. Çevrede birlikte kutlayacak pek arkadaş yok. Ben hastayım. Yaşam da yanıbaşımda. Annem de evde tek başına. Keşke Hülyalar gitmeseydi de birlikte girseydik yeni yıla...

Geçen yıl İhsan Amcamı ve eniştemi kaybettik. Hayat devam etti. Evlendik, mastera geldik. Bize güzel şeyler de getirdi 2009.

Kendimize güzel bir sofra kurup film izleyerek gireceğiz yeni yıla. Ailemiz, sevdiklerimiz, dostlarımız sağlıklı, iyi ve mutlu olsun. Bu son ayrılık olsun. Ömür boyu yılbaşlarımız birlikte geçsin. Bunlar benim dualarım.

Mutlu bir yıl, mutlu yıllar olsun :))))

22 Aralık 2009 Salı

Tatil ve Misafir

Dönem bitti. Nasıl geçtiğini anlamadım desem Yaşam beni doğrar. Biraz çok şikayet etmiş olabilirim. Ama bitti. Zaten bir tane kredilik dersim vardı. Onun da sınavı take home idi. Verdim gitti vallahi umarım geçerim. Yaşam'ın geçme kalma konusundaki son derece isabetli yorumunu da aktarmadan geçemeyeceğim:

"Okula 100.000 Dolar veriyorsunuz, geçirmeyip ne yapacaklar" :))))

Tatil için gezi planı yapmadık. Daha doğrusu ben Türkiye'ye gideceğim 15 gün o yüzden kalan günlerde ikimiz de evde oturuyoruz :))

Ama misafirlerimiz var. Hülya, Onur, Emre ve Bıcırık Paşaoğulları bizi ziyarete geliyorlar. Emre müze gezip kültürünü arttırırken biz de Hülyacığımla uzun bir catch up yapacağız. Emre'ye bir de sürprimiz var. Cumartesi yağan kar henüz yerden kalkmadı. Bu da demek oluyor kiEmre ve ben kar topu oynayıp kardan adam yapacağız :)))

Bir misafir daha. Okuldan arkadaşım Yasemin Türkiye'ye giderken kedisi Monty ya da Mantıyı bize bıraktı. Kedicik ilk defa başka evde kalıyormuş. Çok akıllı ve kişilik sahibi bir kedi. Ama dün çok zorlandı. Gece 4'e kadar ağladı, sanırım terk edildim sanıyor :(((

Ya alışacak artık ya da evine götüreceğim onu. Orada bakacağım :)))

3 Aralık 2009 Perşembe

Chicago Chicago

Mübarek şükran günü Amerika'nın en önemli tatillerinden biriymiş. Nasılsa kasım sonundan aralık sonuna kadar sündürülür sonra da noelle birleştirilirmiş. Tatil neredeyse bir hafta olunca Yaşam'ın memleketi Chicago'ya gidelim dedik. Hem o çok özlediğinden hem de sürekli Chicago hikayesi anlatıp beni meraklandırıp DC'ciğime karşı soğuttuğundan bu ilk tatilde bu güzide kuzey şehrini mekan belledik.

Bu bizim karı koca ilk yolcuğumuzdu . O yüzden birlikte ilk defa bir valiz hazırlayıp (ya da bir valize doluşup), evimizi nasıl kapatmamız gerektiğini gelirleyip, Chicago'daki nazik ev sahiplerimiz Serra-Arsun çifti için uygun hediyeyi alaraktan yola koyulduk. Bu arada annemin her tatilimizden önce evi temizlememiz için gösterdiği gerekçe aklıma yatmış olacak ki gitmeden en azından bir ortalık topladık. Ölürüz kalırız evimize girerler düzgün olsun dedim :))))

Uçağımız sabahın 6'sında idi ve bu sabahın 6'sı şükran günü sabahının 6'sı olduğu için metrolar o saatte çalışmıyordu. Bu sebeple taksi çağırttık ve en kalın kıyafetlerimizi giymek suretiyle Chicago soğuğuna hazırlandık. Bu arada Kasım'da orada ne işiniz var donarsınız diyenler bir yanda aman gidin ölmezsiniz ya diyenler bir yandaydı.
Uçağımız American Eagle Jet (böyle değildi adı da neyse) 90 kişilik, avuç içi kadar sevimli bir uçaktı. Yaşam'ın kafası tavana değdi değecek kıvamdaydı ve tüm yolcular pek bir samimiydik. Giderken kafama koydum, uçakta maskemi taktım. Tatile diye gidip domuz gribi olmak da var değil mi ama...Yaşam da tanımazdan gelip!!!! "inerken çıkar artık şunu " diye bir çaktırmadan ayar yolladı bana.
Chicago metrosuna ulaşıp (bu çok kolay çünkü metro havaalanında son buluyor. Medeni şehir) kendimizi mavi hatta attık. Metro biraz korkutucu ne yalan söyleyeyim. İçi İstanbul'daki tünel trenlerine benziyordu, eskiydi. Bir de her 3 koltukta bir kişi uyukluyordu. Yaşayan insanlar da biraz daha farklı D.C'ye göre. Siyah nüfusu fazla ve kilolu insan sayısı da yüksek.
Maviden kırmızıya aktarmamızı yaparak Serra ve Arsun'un evinin bulunduğu cadde üzerindeki Belmont durağında indik. Veeeee Yaşam'dan ilk bomba geldi. "Nerdeydi evleri yavvv?" Metrodan çıktık sağa döndük, küttt Arsun'a bir telefon. Serra çıktı hemen tarif etti. Biz bunun üstüne bir sağa daha döndük. Hava soğuk ve yağmur çişeliyordu. Dolayısıyla benim sabrım da pek limitliydi . "Hayatım sen bu eve gelmedin mi daha önce?" şeklindeki soruma Yaşam'dan ikinci bomba geldi "hiç metroyla gelmedim ki". Hadi bir telefon daha... Meğer ev metrodan çıkıp 500 metre yürüyünce oradaymış. Hatta bütün binalar iki katlı olduğu ve bu bina yöredeki 24 katlı tek bina olduğu için şehrin heerrrr yerinden!!!! görünüyormuş :))) Neyse, evi bulduk sarmaş dolaş olduk. Bir kahvaltı hazırlamışlar sağolsunlar bize. Oturduk afiyetle yedik. Bu arada evde benim bayıldığım bir şey var...Kedileri Raya...Biraz korkak ama alışır dur bakalım dedik.

Kahvaltıdan sonra kalktık, arabaya doluşup bir şehir turu attık. Gölün kıyısından şehir merkezini gördük. Bu şehir gökdelenleri ile ünlüymüş. Nedenini anladım. Şehrin silüetini gökdelenler oluşturuyor. Güneye Yaşam'ın okulu IIT'ye (aslında onun okulu şehir merkezinde, oraya geleceğiz) ve eskiden oturduğu yurt binasını görmeye gittik. Okulun yeri güzeldi, biraz ODTÜ'ye benziyordu ama hintli nüfusu fazla olduğu için bizimkiler şikayetçiydi.
Yaşam'ın bana Ankara'dan beri anlattığı bir kanatçı fenomeni vardır. 30 çeşit sosla kanatları servis eden bu dükkanı aradık, taradık. Meğer kapanmış. Bir hayal kırıklığı yaşandı ki anlatamam.
Sonra ver elini Çin Mahallesi. Chicago'da kocaman bir Çin mahallesi varmış. DC'deki gibi yarım sokak değil anlayacağınız. Orada öğle-akşam yemeğimizi yedik. Bizimkilerin en sevdiği çinci'de en sevdikleri yemekleri yedik. Hava da nasıl soğuk. Kaçtık eve döndük. İlk akşam tabu ve play station oynamak suretiyle günümüzü noktaladık.
İkinci gün baktık hava açık ama soğuk, giydik kışlıklarımızı. Yaşam bana şehri gösterecek. ER dizisinden ve Örümcek Adam 2 filminden hatırlayacağınız metroya bindik ve şehir merkezi sayılan Loop'ta indik. Önce Yaşam'ın okuluna doğru yol aldık. Bu arada Michigan gölünü dik kesen sokaklar dondurucu iken göle paralel sokaklar rahat 2 derece daha sıcak. Chicago şehir merkezi gökdelenleri ile ünlüymüş efendim. Caddeleri geniş olmasına rağmen gökdelenler o kadar yüksekti ki güneş sokağa kadar inemiyordu.



Yaşam'ın okula uzaktan bir bakış attık; rehberim "bir özelliği yok" dediği için çok zorlamadık orayı. Göle dökülen nehir üzerinde resmimizi çektirdik ve yola devam.Bu arada üzerinde bulunduğumuz köprünün altından grmi geçerken açıldığını ve bunun gibi 8-10 köprü daha olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Union Station ikinci durağımız. Birçok filme mekan olan eski bir yapıymış burası. Şimdiden noel süslemelerini de kondurmuşlar. Çok sevimli olmuş. Ankara tren garını da çok severim ben. Burasını oraya benzettim :)



Gardan sonra Amerika'nın ilk opsiyon borsasını gördük. Bu binanın pencereleri bir tuhaf çünkü bu pencerelerden eskinden vinçler sarkar, tonlarca mısır, pirinç vs futures işlemleri için depolanırmış. Sonradan demişler ki bu malları elimizin altında tutmamıza gerek yok ki. İstediğimiz zaman alır satarız. Olmuş size yeni bir borsa türü. Zenginin zenginleşmek için bahaneye ihtiyacı mı var?

Göle doğru giden bir sokağı takip ederek şehrin silüetinin en muazzam şekilde izlenebildiği millenium parka ulaştık. Güneş var ama hava da öyle sıcak filan değil. Millenium park Chicago'nun yüz akı bence. Koskoca gökdelenlerin yanı başına yemyeşil bir park, konser alanı, buz pateni pisti, tenis kortları ve birbirine değişik tarzlarda köprülerle bağlanan müzelerden oluşuyor bu park. Hem de göl manzaralı. Bir de devasa metal fasülye tanesi koymuşlar parkın ortasına ki şehri gezmeye vakti olmayanlar bu fasülyenin dört bir yanında durup Chicago şehir merkezindeki tüm gökdelenleri görebilsin ve resim çektirebilsin. Asıl kalabalık da orada zaten. Çocuk çocuk millet kopmuş gelmiş.




Bizde olsa gölün dibi deyip araziyi kapatıp duvar gibi sahili örerler- bkz. İzmir-Oysa burada insanların ortak kullanımına açık böylesi güzel mekanlar. İçimizden bildik küfürleri sıraladık ne yalan söyleyeyim bizim peyzajın p sinden haberi olmayan, rant peşindeki yöneticilerimize.


Biz resimlerimizi çekip yolun karşısındaki halk kütüphanesine devam ettik. Kütüphaneyi boşaltmışlar ama binanın kendisi kubbesiyle, duvar ve trabzan işçilikleriyle mutlaka görülmesi gereken bir mekan. İçeride karikatür sergisi vardı ama görülecek yerler çok olunca ancak birkaç karikatüre baktık ve çıktık.
Sonrası uzunca bir zaman Michigan Avenue üzerinde -tüm güzel gökdelenlerin bulunduğu bulvar-dümdüz yürümekle geçti. Bu caddeyi de Nişantaşı'na benzettim şahsen. Chicagolular da sağolsunlar soğuk dememişler herkes sokakta. Özellikle yaşlıların o soğukta korkusuzca gezmesi beni çok şaşırttı. Bir de insanlar o kadar canayakındı ki ayaküstü sohbetler gerçekleştirdik neredeyse her köşebaşında.


Gökdelenlerden bir tanesi-Chicago Tribune binası- girişinde kullanılan taşlar nedeniyle dikkatimi çekti. Dünyanın değişik köşelerinden yapı taşları bu binanın zemin katının yapımında kullanılmış, her bir taşın dış yüzeyine de nereden getirildikleri yazılmıştı. Bu binayı CSI-New York'un bir bölümünde görmüştüm. Hemen koşup Türkiye'den ne var diye baktım ve kalakaldım. Türkiye'den gelen taşlardan biri kültür mirası Aya Sofya'dan alınmıştı. Bizden izin alarak mı getirmişler emin olamadım. Diğerini kesin çalmışlar bence çünkü Birecik'teki Roma harabelerinden getirilmişti. Babamın anlattığına göre bir dönem ülkemizdeki müze müdürleri nin bazıları ve tabiat ve kültür varlıklarını koruma kurullarının birtakım üyeleri yemeklere götürülmek veya sözde fenerbahçe sempatizanlığı gösterilmek suretiyle avlanırmış tarihi eser kaçakçıları tarafından. Umarım bu taşlar izinli alınmıştır.

Michigan Bulvarı'nın diğer bir özelliği birçok ünlü mağazaya evsahipliği yapıyor oluşuydu. Alışveriş merkezlerine kapanmak istemeyen insanlar bu bulvar üzerinde hem keyifle geziyor hem de alışverişlerini yapıyorlardı ki bu da hoşuma giden bir ayrıntı oldu.
Bu arada eski su kulesinin bulunduğu meydandaki Girardelli çikolatacısına kapıdan merhaba deyip, birazcık ısınıp üstüne bedava çikolataları hüpletmeyi de ihmal etmedik efem :))
Bulvarın sonlarına doğru tepesinden şehri izleyeceğimiz Hancock binası yer alıyordu. Hancock en yüksek bina olma ünvanını Sears gökdelenine bırakmış ancak popülaritesinden de bir şey kaybetmemiş. 94üncü katı galiba seyir terası olarak düzenlenmiş. Buraya çıkmak isteyen kişi, yetişkin başına 20 dolar ödemeyi kabul ediyor. Benim cin fikirli kocam bizi binanın 96ıncı katındaki bara çıkardı. Buraya çıkarken ücret ödemek gerekmiyor ve bar yönetimi de insanların seyir zevklerine engel olmuyor. Bu sayede, cebimizde kalan toplam 40 doların bir bölümü ile oturup bir şeyler yedik, içtik hem de şehri seyre daldık.

Hancock'tan çıktığımızda saat 3 gibiydi ve son bir durağımız kalmıştı. Tepeden gördüğümüz küçücük sahil. Bu sahil doldurmaymış efendim yolun kıyısına konduruvermişler. Sahile doğru yürürken çok komik bir şey oldu ve benim de koltuklarım kabardı tabi... Karşıdan karşıya geçerken köşede oturan dilenci amca önce beni görüp gülümsedi ve gözlerini belerterek şok olduğunu gösterdi; sonra Yaşam'a dönüp "Smile young man, you cought a beautiful girl" deyiverdi. :))))

Bu gazla sahile nasıl geldim hatırlamıyorum. Aslında hatırlıyorum çünkü bulunduğumuz caddeden sahile ulaşmak için bir alt geçit olduğunu Hancock'un tepesinden görmüştüm. Ama ikimizde daldırıp o geçidi atlamışız. Yaşam neredeydi bu deyince ben de arkada kaldı dedim. O da hayır önümüzde olacak geçit dedi. Tam kaldırımda birbirimize düşmek üzereyken yanımızdan yürüyen amca "don't worry. There is one more ahead" diyerek biraz Yaşam'ın aradığı geçidi gösteriverdi.

Sahilde de oyalanıp romantik yaptık. Çok soğuktu... Bu kadarla geçiyorum çünkü soğuk biraz acıklı bir hal almaya başlamıştı. Geri dönüş, geldiğimiz yolu geri yürüdüğümüz için pek eğlenceli değildi. Ama akşam eve gittiğimizde güzel insanlar Serra ve Arsun bir rakı ve meze sfrası kurmuşlardı ki parmaklarımızı yedik . Üzerine bol kavgalı bir tabu patlattık ve ben yatağa gittim. Gittim ama uyumak ne mümkün. Evin güzel ve biraz tırsık kedisi Raya yayılmış yatağa, oyun istiyor. Onunla oynarken uykuya dalmışım.

Üçüncü gün sabah hedefimiz akvaryumdu. Akvaryum da canlı deniz ürünleri sergisi :))))) Gittik ki kapıda bir kuyruk. Yaşam'ın yüzü düşerekten ben de etrafın resmini çekerekten bekledik yaklaşık 40 dakika. Bu arada bir görevli amca geliyor içeriden diyordu "yetişkinler için biletler 29 dolar, beklemek istemeyenler 35 dolar verip benimle gelebilir". Resmen karaborsacılık yapıyorlardı. Ama resmen yani çünkü bu akvaryumun resmi görevlisiydi. Verdik mi parayı??? Tabii ki hayır.




Akvaryum göl kıyısında kat kat bir bina. Dünyanın her yerinden deniz canlıları sergileniyor. Mimarisi ve iç süslemeleri konusu ile çok uyumlu. Hiçbir detay atlanmamış. Tavandaki avize ve oymaların üzerinde deniz canlıları vardı.
Bizim dikkatimizi en çok deniz atları çekti. Bir de bir camekanın yanında bir kağlumbağaya ilişkin bilgiler vardı. Yaşam'ı çekiştirerek "bu akvaryumda kaplumbağa varmış, dur" dedim ve akvaryumun dibine gidip kaplumbağayı aramaya başladım. Yaşam pis pis sırıtıp "hıııı var" dedi. Gösterdiği yere bakınca akvaryumun içinde taş sanıp altında kaplumbağa aradığım kocaman nesnenin meşhur kaplumbağa olduğunu anlayıverdim :)))))

Balıklar, deniz canlıları, yağmur ormanları, ürkütücü pitonun ve mercan resiflerinin ardından su dünyası gösterisine de katıldık efendim. Balinalar, deniz aslanı, penguenler anlamsız bir çeşit şahin ve tabii ki yunuslar gösterinin baş kahramanlarıydı. Bi de deniz yıldızı elledim. Sapıkım ben :))))
Akvaryumdaki gezimiz akşam saatlerinde son buldu. Serra ve Arsun bizi almak üzere yola çıktıklarında onları beklerken yapılacak bir şey daha vardı. Al Bundy ve iğrenç ailesinin konu edildiği Married With Children dizisinin jeneriğindeki çeşmenin önünde fotoğraf çektirmek. Ama sonuç hüsran ve göz yaşı oldu. Kış geldiği için çeşmeyi boşaltmışlardı. Üstüne akşam karanlığı da bastırınca açıkçası fotoğraf pek de bir şeye benzemedi. Aşağıda iki resim arasındaki on farkı bulabilirsiniz :(((




Ev sahiplerimizin bizi alıp yemeğe götürmelerini beklerken yolda zıplayan bir canlı gördük. Yaşam önce sincap sincap gidiyor dedi. Sonra baktık bu sincap zıplıyor, Yaşam açıkgözü senin için tavşan getirttim Chicago'ya deyiverdi.

Arsun ve Serra gelince önce bir Meksikacı'ya gidip patlayana kadar yemek yedik sonra da University of Chicago bölgesinde geziye çıktık. Bu gezi beni oldukça üzdü. Muhteşem bir mimariye sahip, tarihi üniversite binalarının üstüne bir de üniversitenin yayıldığı mahallenin güzelliği ve tuğladan iki katlı öğrenci evlerini görünce kaderime bir kez daha ağladım. Malum ben hiç üniversite hayatı olan bir yerde okuyamadım. Georgetown da yalan çıktı zaten. :((((



Dördüncü gün Yaşam'la kendimizi yemek turizmine verdik. Saat 11 gibi evden çıkıp tarzı oldukça ünlü bir Brezilya restoranına gittik. Bu tarzda olduğu iddia edilen benzeri bir yeri Ankara'da denemiştim ve Brezilya usulü biber dolmalarını, "sınırlı" sınırsız et çeşitlerini görünce hayal kırıklığına uğramıştım. Ama Brazazzz tek kelimeyle muhteşemdi. Efendim mantık şu: gidiyorsunuz muazzam bir açık salata büfesi, özel yapım ekmekler ve sınırsız et. Size çeşit çeşit et geliyor şişlerde. İstediğinizi belirtiyorsunuz garsona o da kesip tabağınıza koyuveriyor. 12 çeşit et sürekli dönüyor restoranda. Bir de ızgara ananas :)) Ankara'dakinin yarı fiyatına :)))

Brazaz'dan çıkınca Chicago'nun şehir merkezindeki alışveriş merkezlerini tavaf ettik. Bir şey bulamadık, alamadık ama çok çok gezdik. Yaşam yazısı dikişli önden fermuarlı Chicago sweatshirtü isteyince bu alışveriş macerası maalesef biraz kötü bitti. Aradığımızı bulamadık, ben üşüdüm, çok üşüdüm ve rahatsızlandım. Bu sebeple alışverişi kesip yiyişe geri döndük. Akşam yemeğimizi yedikten sonra Yaşam masterdan bir arkadaşı ile buluşmaya gitti ben de eve gidip kedicik ile oynadım :)))
Aslında ilk geldiğimiz günün ertesi günü Kara Cuma idi. Bu kara cuma Amerika'da mali yılın son günü olduğu için bütün dükkanlar acayip indirimler yapıyormuş. Bu kara cuma milletin mağaza kapılarında yatarken Türk haberlerine konu olduğu gün. İşte Serra aslında kara cumaya gidelim demişti. Saatleri de kurmuştuk, gece 4 gibi kalkıp gidecektik ama durumun anlamsızlığını sıcacık uykumuzdan kalkınca fark edip hemen uykuya kaldığı yerden devam ettik. Bu sebeple, beşinci gün rotamızı tarih ve şehirden alışverişe çevirdik. Arsun bizi outlete götürdü biz de bulduklarımızı götürdük :)))))
O gün akşam güya jaz dinleyip Chicago jaz komünitesini şereflendirecektik ancak evde pideler yapılıp biz de onları yiyip yamulunca kültürel aktivite yine başka bahara kaldı :)))

Salı günü (son gün) bütün gün evde ev sahiplerimizle oturduk. Hem bütün şehri gezip bitirdiğimizden hem de ben artık sıcak evden çıkmayı şiddetle reddettiğimden akşamı evde ettik. Eşyamızı toplayıp Chicago ile vedalaştık. Son kez metroya binip soluğu havaalanında aldık. American Eagle'ın jet adındaki tayyaresiyle sallanarak evimizin yolunu tuttuk.

Kendime not: İnsanın sevdikleriyle gittiği yerler dünyanın en güzel yerleri oluveriyor :)))

18 Kasım 2009 Çarşamba

Uzun Bacaklı Judy

1990 yılıydı. Ablamın ilkokul günleri bitmişti, ayrılıyorduk artık o başka okula gidecekti. O senenin yaz tatilinde TRT Tatil Ekranı diye bir program yayımlamaya başlamıştı. Her gün saat 3 gibi televizyonun karşısında yerimizi alıyorduk. Gerçi ben tam bir televizyon bağımlısı olduğum için hiç kapanmıyordu o televizyon ama kulak kesiliyorduk bu program başlayınca. "3,2,1 Contact" yayınlanıyordu. Jeneriği buydu hatırlamak isteyenler için: http://www.youtube.com/watch?v=s2-LEBc2sO8&feature=related

Bir de mathnet (hatırladığımdan değil, kutsal bilgi kaynağı eksi'den buldum adını). Hatırlamak için: http://www.youtube.com/watch?v=gl8aIizUBNI&feature=related

Judy ve Uzun Bacak, programın son parçasıydı. Bir Japon çizgi filmi. Yetimhanede yetişen Judy'e burs sağlayarak onu yatılı liseye gönderiyordu zengin amcamız. Judy adamın sadece gölgesini görmüştü ve bacakları uzun olduğundan ona Daddy Long Legs (uzun bacaklı babam) diye mektuplar yazıyordu. Bu arada, oda arkadaşının amcası Jervis'e aşık oluyor, sonunda uzun bacaklı babasının Jervis olduğu ortaya çıkıyordu. (şimdiki feminist aklım bu olaya sübyancılık gözüyle baksa da o zamanlar Jervis'e aşıktım.)

Her bölümde bu sevimli kızın sakarlıklarını izliyorduk bir de yetim olduğu ortaya ha çıktı ha çıkacak diye hop oturup hop kalkıyorduk.

Sonra bu dizi bitmeden okullar açıldı. Ben sabahçıydım. Öğleden sonra 4.3o'da yayınlanıyordu Judy ve ben yetişiyordum. Ama ablamın okulu tüm gündü artık ve 4'te bitiyordu. O yetişemeyecekti. İki kafadar anlaştık en sonunda. Ben diziyi vidyoya alıyordum, ablam gelince birlikte bir daha izliyorduk.

Judy'e özeniyordum ben. Yatılı okula gidiyor, kendi parasını harcıyor, çok güzel hikayeler yazıyor ve Jervis'i kapıyor diye. Yetimdi oysa. Acıklıydı durumu. O yaşımda anlamıyordum.

Neyse... Sanki Türkiye'de önümde bilgisayar, elimin altına internet yokmuş gibi burada araştırdım 19 yıl öncesinin Judy tutukusunu .Amerika'ya gelince zihnim açıldı. Veeee bütün bölümlerinin olduğu bir siteyi yakaladım :))) Yine burnumun direği sızlayarak yaşıma aldırmadan izliyorum Judy'i. Eskisi gibi izlerken hayal kurmuyorum. Benim hayatımın Judy'e özenilecek dönemi geride kaldı. Yine de çocukluğum geliyor gözümün önüne onu izlerken. Heyecanla ve görev bilinciyle vidyoyu çalıştırmam. Ablamla çok önemliymiş gibi her bölüm sonunda olayları tartışmam. Bir de jenerikteki İngilizce yazıları ablamın en fazla bir aylık Hazırlık tecrübesiyle anlamasını beklemem. :)))

Gerçi bölümler sıralı değil ve dizi Japonca ama izlemek ve çocukluğunu hatırlamak isteyenler için linki budur:

http://www.veoh.com/search/videos/q/daddy+long+legs#

Bu da jeneriği hatırlamak isteyenler için:

17 Kasım 2009 Salı

D.C'de Fiyatlar

Bütün yaşadıklarımı görmemişler gibi yazıyorum ama ne yapayım daha önce gavur illerinde hiç yaşamadım. Buraya geldiğimden beri elime ne alsam veya ne zaman markete gitsem kazıklanıyorum hissine kapılıyorum. Sanki bir parça giysiye 20 dolardan fazla vermek dünyanın en büyük günahıymış gibi.


Ben zaten alışverişten oldum olası hazzetmem. Annem gösterir ben alırım, fiyatları da annem bilir. Şimdi öyle yaban ellerinde kendim alışveriş yapmak zorunda kaldıkça tüylerim ürperiyor.

Bir kere her şeyin ucuzu diye bir kavram var burada. Mesela, ikea büyük ev eşyalarında evimizin her şeyi, walmart küçük ev eşyalarında...Kore marketi Hmart sebze, meyve ve balıkta evimizin her şeyi. Marshall's da kıyafet ve ıvır zıvır konusunda.

Bu Marshall's ve türevleri meeşuur markaların iade edilen veya seri sonu ürünlerini ucuza satıyor. Bir ürünün serisini bulmak imkansız ama değişik değişik ürünleri ucuza bulmak mümkün. Bi nevi bit pazarı :)))))

Yalnız her şeyin ucuzu bulunur düşüncesi insanı bir şey alamaz hale getiriyor. Mesela ben hala bir mont alamadım. Çünkü montlar genelde 20 dolardan pahalı. İnsanda bi mala 20 dolardan fazla verirsem kazıklanmışım demektir hissi uyandırıyor burası. .Uzun süre direnerek ayağıma da ayakkabı almadım ama sonunda 19.99'a meeşur bir markanın çizmesini almayı başardım :))))

Yine de 20 dolardan fazla verdiğim şeyler de var. Mesela ayağıma giyecek düz kapalı bir ayakkabı bakarken dayanamayıp 42 dolara abiye ayakkabı aldım. Hem de meeşur bir markanın ayakkabısı. Sorun şu ki ben iyi bir alışverişçi olmadığımdan ve ayakkabının serisi olmadığından bir numara büyük almışım. Ööleee karşıdan birbirimizi süzüyoruz ayakkabılarımla, geçen gün giyeyim dedim yolda ayağımdan fırladı :((((

Öte yandan, bazı geçmiş tecrübeler bazı şeylerin ucuzunun pek de kaliteli olmadığını gösterdi. Örneğin 28.42'ye aldığımız ütümüz bi türlü ütülemiyor. Hem de meeşur bir marka olmasına rağmen. Her seferinde küfredip fişten çekiyorum.

Bir de Yaşam'la bir heves ütü masası aldık amazondan. 8 dolar civarına bulunca da üstüne de atladık resmen. Bütün dünyaya nanik yapmışız gibi sevindik. Neticede koskocaaaaa ütü masası... Bekle bekle bir türlü gelmedi bu paket. En sonunda paketiniz var notunu alıp aşağıya inince 5*20*40 cm ebatlarında bir kutu gördük. Bi de hafif ki kutu... Derin bir şüpheye düşmekle birlikte kendimizi canım demek ki tek parça değil birleştirmek gerekiyor diye telkin ediyoruz. Ama paket acayip hafif... Eve gelip de paketi açınca merakla beklenen ütü masasının aslında ütü masası örtüsü olduğunu görüverdik.

Sen misin dünyaya parmak atmaya kalkışan....

Son olarak gıdada evimizin her şeylerinden biri olan Harris Teeter's (galiba böyle yazılıyor)dan bahsetmek istiyorum. Bu market bizim evin çok yakınında, bir nevi bakkalımız kendisi. Suyumuzu da buradan alıyoruz. Dün evde su bittiğinde gidip baktık Deer Park (Erikli tadında bir su markası) indirimi yok. Biz de dedik ki ilk defa (suda ve gıdada pek ucuza kaçmıyoruz aslında ama basiretimiz bağlandı) Harris Teeter's marka su alalım bi tane. Yaşam ilk bardağı içti, sonra bana uzatırken "hayatım bardağı bi dikişte bitir, arada nefes alma" dedi. Uleynnn bu su kokuyor, su kokar mı? İlaç kokuyor. Sabah Yaşam'a götürdüm bir bardak, uyku sersemi bakıp "siyanürlü su mu içireceksin bana" dedi ve musluk suyu içti.

Bugün ilk işimiz gidip Deer Park aldık evimize mis gibi. Ucuz suya beyimin son yorumu "o suyla yıkanınca saç çıkıyormuş adamın başında" oldu :)))))

13 Kasım 2009 Cuma

Mimlendim

Ahhh Hülya herkes senin gibi kitap kurdu mu?

Soru 1: Okumakta oldugunuz son kitap ve konusu: En son Cane River'ı okuyorum. Lalita Tademy'den. Afrikalı Amerikalı köle bir ailenin üç nesil kadınlarını anlatıyor. Kadınların efendi beyazlar tarafından hamile bırakılmalarını ne kadar doğal kabullendiğini, ailelerini bir arada tutmak ve özgürleşmek için ne kadar çaba harcadıklarını anlatıyor roman. Bir nevi "Kökler". Hadi itiraf edeyim bu roman benim ödevim :)))) ama yine de severek okuyorum :)))

Soru 2: En son aldiginiz kitap: Cane River :)))

Soru 3: Bir turlu bitiremediginiz, bitirseniz de size illallah ettiren kitaplar: İlallah ettiren demeyelim edebiyat dünyasına saygısız etmek istemem ama bir türlü Tutunamayanlar'ı bitiremedim ben. Her seferinde bir gazla başlıyorum ama bitmiyor meret. Bir de Orhan Pamuk'tan Kar. Bir de Albert Camus'tan Yabancı. Sanırım sabıkalıyım bu konuda.

Soru 4: Bir sonraki okumayi planladiginiz kitap: George Perec -Yaşam Kullanma Kılavuzu. Taaa Türkiye'den getirdik okuyalım işe yarasın. Gerçi bu aralar bilgisayar ayağı olarak da işe yarıyor kendisi :)))

Soru 5: En sevdiginiz kitaplar: Murathan Mungan Yüksek Topuklar. Ben Murathan Mungan'ın okuduğum bütün kitaplarını seviyorum, dili ve üslubu çok samimi geliyor. Elif Şafak Aşk son favorim. Ama en çok Tom Sawyer'in Maceraları'nı severim. :))) Hala....

Bitti... daha çok konuşmak isterdim kitaplar hakkında ama kitap kurtluğum Hazine'ye girdikten sonra beni terk etti.

Bilge

8 Kasım 2009 Pazar

DC'de Sosyal Hayat

Annem hala haline acısa da evimizi yaşanır!!!! hale getirdik. En azından asgari düzeyde mobilya sahibiyiz. Evi dayayıp döşeyince sosyal hayatımıza önem verir olduk. Son iki haftadır haftasonlarımız epey renkli geçiyor.

Geçen hafta cumartesi efendim mübarek cadılar bayramını eda ettik. Önce Hülyalar ve Alperlerle bayramlaştık, eski bayramları andık :)))) Sonra, benim ilk cadılar bayramım olması vesilesiyle bu işlerden hazzetmeyen pek sevkili beyim sokaklara çıkmaya razı oldu. Fotoğraf çekeriz deyince gözlemci sıfatıyla geldi diyebiliriz. Hedefimiz gençliğin akın ettiği Georgetown M Street idi. Henüz metrodayken bizi renkli bir gecenin beklediğini anladık, zira ortalıkta bir adet ev yapımı kola kutusu, bir adet sarmaşık, noel baba ve sevgilisi kedi kadın (fantastik bir geceleri oldu bence) dolanıyordu. Foggy Bottom istasyonunda indik. Önümüzdeki vampir, fred çakmaktaş, grinch, korsan ve marliyn monroe'yu izleyerek M street'e ulaştık. Orada nazik ev sahiplerimiz Aslı ve Sedat ile buluştuk sonra da bir yerlerde eğlenceye katıldık. Biz geceye cadılar bayramını gözlemleyen türk karı-koca kostümü ile katıldığımızdan bir kostüm yarışması filan kazanamadık tabi. Sedat göbekli batman, Aslı da kedi kostümüyle oldukça şıktı:))))








Gece 11.30 gibi de işkembeci niyetine five guys'a gittik beyimlen hamburger yedik :))) Gözlemlerime gelince:


1. Bu gavurlar cadılar bayramında ipten kazıktan kopuyor. M Street'te karşıdan karşıya geçmek için bile sıra bekledik yavvv. İğne atsan birinin kostmüne saplanıyordu yani. (Kötü esprilerin sorumlusu hep Yaşam. üzüm üzüme baktı netice budur)

2. Kadınlar hiç akıllanmayacak. Erkekler ne güzel şoparlaşıp türlü türlü kılığa girmişken hatunların %60'ının üzerinde fırfırlı etekli, file çoraplı Fransız seksi hizmetçi kostümü vardı. Feministler boşuna çabalıyor kardeşimmm... Ana babaların dişinden tırnağından arttırıp okutmak için başka şehre gönderdikleri, tarla satıp finanse ettiği bebeleri böyle görmek de içimi ayrıca burktu. Ne olacak bu memleketin hali???

3. Gecenin sonlarına doğru herkeste geceyi boş geçirmeyimcilik gibi bir kaygı boş göstermiş olacak ki her köşe başında bir telefon alışverişi, bir koklaşma hadidesi vardı. Ahhhh ahhh ana babaları da okula gönderdik biliyorlar bunları.

4. 11'den sonra gece kulüpleri Bodrum'a kök söktürüyor. Rezillik anlamında. Bu arada kendim kadar yaşlı kafalı bir koca bulduğum için de çok gurur duyuyorum. Gece boyunca gençlerin haline "cık cık" layıp durduk.
5. Elimizi sallasak Türk'e çarptı o akşam. Ne çok Türk var bu şehirde yavvvvv. Ya da Türkler pek hevesli bööle işlere...

6. Yaptığım yorumlardan anlaşılacağı üzere yaşlanmışım. Benden geçmiş bu işler. Bu yaştan sonra anca çocuklarımı giydirir, şeker toplamaya götürüm ben mübarek cadılar bayramında :))))

Pazar günü de bu şehrin en naif insanı, büyük hoca Salih Fendoğlu ile buluştuk. Dupont Circle'da brunch yaptık. Levantes isimli orta doğudan ortaya karışık yemekler yapan bir yere gittik. Açık büfeleri Türkiye'dekilerin yanında epey fakir, fiyatları da o çeşide göre yüksekti. Ama Salih'le sohbet çok eğlenceliydi. Kahve falı bile baktık :)))

Bu haftasonu da yine oldukça hareketli geçti. Yaşam'ın uzun süredir buradaki arkideşlere sözü vardı pide yapmak üzere. Cumartesi bu vesile ile Aslı-Sedat, Özlem-Mustafa ve İlker'i ağırladık. İlker kanat istemişti bi de onu pişirdik. Bi de benim adana köftemin kalanını çıkardık yaptık. Yanına da kıymalı kaşarlı ve ıspanaklı tavuklu pideler yaptık. Aslı ile Sedat bize ev hediyesi getirmişler, Özlemler de cheesecake getirmiş. Yedik, içtik, tabu oynadık.



Bu kadar adamı ağırlamak kolay değil tabi. Yatağı kanepeye çevirdik efem. Gayet başarılı olduk :))))
Bugün de (geçtiğimiz pazar aslında :)))) benim sınıf arkadaşlarımla yemekteydik. Kimse bu işlerle uğraşmadığından organizasyon yine bana kaldı ama bu sefer Prof. Ueland işi üstlendi, çünkü benim restoran arayıp bizim yanımızda şu kadar çocuk olacak onlara indirim yapın konulu bir pazarlık yapmam biraz zor olabilirdi. Ama işin içine hocaları katmanın da şöyle bir getirisi oldu: ders aldığımız hocaların hepsi yemeğe geldi. Biz sınıf olarak toplanalım derken iş biraz masalarda hukuk dersine döndü :))) Yaşam biraz sıkılsa da genel olarak eğlenceli bir gündü bence.

Masadakiler arkadaşlarım ve hocalarım. Küçük bir dedikodu: arkada karşılıklı oturan amcalar ne tatlı bir çift değil mi? :)))) Anladınız siz onu :)))

2 Kasım 2009 Pazartesi

Köftenin Kıymalı Pideye Dönüşüm Öyküsü

Bilenler bilir, beyim mutfakta biraz marifetli övünmek gibi olmasın. Pizzalar, ekmekler, yoğurtlar ve yemekler...Evde muhteşem lezzetler pişip duruyor.


Geçen gün alışverişin ardından eve gelince Yaşam yine mutfağa girdi bir şeyler pişirmek üzere. Ben de bilinçli ev hanımı olarak aldığımız kıymayı yoğurayım köfte olsun da buzlukta dursun dedim. Bak bak... Bi de yetmedi , Yaşam'a artistlik yapıcam ya, adam köfteyi çok seviyor-benim karım çok güzel yemek yapıyor diyecek- kasap köftesi yapıcam dedim. Bizimkisi hadi bakalım dedi spora gitti ;ben de sıvadım kolları.


Önce internete girdim tabi kasap köftesi nasıl yapılıyormuş diyerekten. Buldum bi site aldım tarifi, ver elini mutfak. Kıymayı tuz ve ekmek içi ile yoğurun...Yoğurdum, güzel görünüyor...Dinlendirin bi gece... bu da kolay ama vakit yok...yarım saat yeter... Çıkarın içine 1 yemek kaşığı limon suyuna karıştırdığınız 2 tatlı kaşığı karbonatı dökün...Karbonat yok, kabartma tozu var evde...Sakin ol paniğe kapılma... İnternet... karbonatla kabartma tozunun farkı...Biri asidik diğerii...allahım ne diyo bu, evde limon da yok zaten...Hahhh...Kabartma tozu ile karbonat aynıymış, karbonatı limon gibi asidik bir şeyle karıştırmak gerekiyormuş, kabartma tozuna gerek yokmuş... Ohhhh... koş koş salondan mutfağa...ev geniş olunca zor tabi :)))) bir yemek kaşığı suyun içine dök kabartma tozunu...karıştır kıymaya...bu beyazla kırmızı renk doğru mu??? Yazık bardağın içinde kabartma tozu kaldı, ziyan olur (Ahhhh babanne hep senin yüzünden) karıştır biraz suyla onu da dök kıymanın üstüne...


İki orta boy soğan, rendele ekle karışıma...Ufffff gözlerim yanıyor...Bu ne oldu böyle, fazla mı cıvık ne? niye elime yapışıyor? Biraz daha yoğursam olur mu ki? Üffff olmadı bu...Biraz daha kıyma ekliyim...olmadı...biraz daha ekmek...biraz köfte harcı, onun içinde galeta unu var toparlar...Toparlamıyor yavvv. Şeytan diyor kalır at çöpe...Al işte ekmek de bitti :(((...Ayyyy ağlayacağım şimdi...Ekmeğe en yakın un var biraz un koysam, Yaşam gelmeden toparlar mı? Tühhhh un paketi elimden kaçtıııı...


Hahhhh tam sırası telefon çalıyor... Alo...Allahtan arayan Hülya. Kesin biliyordur bu işten nasıl sıyrılacağımı... Ne? kapağını kapatıp dinlendireyim mi? Toparlar mı sahiden? Hıııı, Yaşam'ın görmeyeceği bir yere kaldırıp yarın icabına bakayım...Köfteyi bilmem ama evlilikle ilgili öğreneceklerim var kesin.


Tam saklama kabının kapağını kapattım, Yaşam girdi kapıdan içeri. Köfteleri soruyor. Allahım ne diycem şimdi? Dinleniyorlar deyiverdim. Sonra da bi çırpıda itiraf ettim her şeyi. Şekil alamayacak kadar cıvık bir malzemenin dolapta beklediğini yani :)))))


O malzemeyi bugün kıymalı pide yaptık. Vallahi içi çok güzel olmuştu. Gerçi kıymalı pide içi gibi değil de aynen adana kebap köftesi olmuştu. Afiyetle yedik. Resimler de burada efem...








Bi daaa bilmediğim işe girip birinin gözünü boyamak mı...Tövbeeee

30 Ekim 2009 Cuma

Fasülyenin Faydaları

Böyle çikolatalar filan güzel tabii de blog başlığıyla uyumlu bir şekilde buradaki hayattan da bahsetmek gerekir değil mi?


DC'ye geleli iki ay 7 gün oldu. Daha gelmeden önce bir fizibilite araştırmasına girmemize rağmen gelip de bu DC ne menem bir şeymiş görünce bi şaşırdık. Efendim Amerika'nın başkenti pek sahipsiz bir şehirmiş. Zaten avuç kadar bir yer. Üç eyaletten toprak alıp bir de güzel baklava şekli vermişler olmuş size başkent. Gerçi sonrasında Virginia eyaleti "heyt uleyn! yedirmem torpağımı" dedi için ona geri vermişler parçasını, kalmış size baklavanın yarısı...





















DC fasülyeden bir eyalet olunca Amerika Büyük Millet Meclisi (Kongre olarak kullanıcam yadırgamayın. Biz Amerikallılar böyle diyoruz :)))) bu eyalete temsil hakkı vermemiş. Yani Kongrede bunların temsilcisi olamamış uzun süre. Şimdi de temsilcileri var ama oy hakkı yok adamın. Bütün gün oturup oturup geliyor akşam evine. Bizimkiler hiç değilse arada el kaldırıyorlar da aldıkları parayı hakediyorlar :)))

Eyalet avuç içi kadar oluduğu için insanlar çevre eyaletlerde oturup DC'ye okumaya çalışmaya gidiyorlar. Mesela biz beyimle Kuzey Virginia sakiniyiz ama okulum DC'de. Tabii hal böyle olunca gün içinde nüfusu 3-5 (farazi konuşuyorum haa bu bilgi kesin değil) çıkan DC'de gece inler cinler çift kale maç yapıyorlar. Bu başka vilayetlerin insanları DC'de vergi ödemiyor; daha doğrusu DC'ye vergi ödemeyi kabul etmiyorlar. Oysa, DC'de hizmet gırla... Sen metro ağını Virginia'dan Maryland'e uzat, her gün binen insanlar sana gavur muamelesi yapsın...

DC tabi bunun intikamını alıyor. Hepimiz mecbur gün içinde DC'ye adımımızı atınca başlıyoruz öpülmeye... Evler pahalı bir kere, ulaşım pahalı ve vergi oranı Virginia'nın iki katı...

Biz şehre gelip de bunu görünce bi şaşırdık tabi. Yeni evli bir gelin olarak 3 oda bir salon yayla gibi ev hayallerim suya düştü. Bir göz odamız var anlayacağınız hem de kelimenin tam anlamıyla :)))

Ama bu tek göz odayı kiralamak da kolay olmuyor tabi. Yaşam uzun uzun dolaşıp 3. derece amele yanığı olduktan ve şehri karış karış gezdikten sonra buldu evimizi. Geldim çağırınca, bir haftanın sonunda büyük ev hayallerim çoktan suya düştüğünden midir nedir bir sevimli geldi evimiz gözüme... Yani müstakbel evimiz...Sonra bu Amerikalılar tutturdular social security number deyü bir şey. Allahım daha adımımı atalı bi hafta olmuş ne social görmüşüm ne security... Gerçi security görüp görüp gülüyoruz Pentagon Alışveriş Merkezi'nde onu ayrıca anlatıcam ama bu security nedir yani??? Efendim bunların sosyal güvenlik numarası diye bir takip sistemleri varmış. Kim kredi kartıyla ne almış; nereye ne borç takmış hepsini izliyorlar ekrandan valla. Neyse sevgili eşim çıkardı kapı gibi bir belge alın size numara dedi. Meğer master yaparken çalışmış bizimkisi okulda :))). Gelirimizi de belgeledik. Yarın gelin deyip bizi sepetlediler.

Ertesi gün anahtarı alacağız diye topuklarımız popomuzu döverek koştuk geldik. Kadın bize dedi ki " aaa ben de size mail attımdı demincek. Şimdi birinizin sosyal güvenlik numarası birinizin de geliri var. O yüzden başvurunuz onaylanmadı". Hadi buyur burdan yak. Bir de öyle bir edayla söylüyor ki sanki sanırsınız acil serviste doktor da yakınımızın öldüğünü söylüyor. Tövbe tövbeeee... Kuyruğu kıstırıp nazik ev sahiplerimiz Aslı'yla Sedat'ın evine döneceğiz çaresi yok.

Sonra teyze bize olurunu söyledi yine yüzünde ölüm meleği doktor ifadesi... "2 aylık kirayı depozito olarak verebilirmişiz" ya da "Virginia'da mukim bir ev arkadaşı bulmamız gerekiyormuş". Yaşam'la birbirimize nasıl baktıysak kadın bu seferde bankacı edasıyla "bir dakika yalnız kalmak ister misiniz" diye sordu. Aval arkadaşım biz zaten Türkçe konuşuyoruz aramızda; anlıyor da sankim :))) O odadan çıkınca aldı beni bir gülme çünkü halimiz entel filmlerdeki çiftlere benziyor. Bankada mortgage başvuruları reddedilmiş de odada yalnız bırakılmış sonra da ilişkilerini sorgulamaya başlamış çiftlerin konu edildiği filmlere yani :)))

Neyse ki bizim muhasebemiz o kadar uzun sürmedi de evliliğimiz kurtuldu :PPP. Nursel Hanım hemen imdadımıza yetişti, geldi garantör olarak imzaladı belgeleri. Hatta bizim için pazarlık bile yaptı kira gecikirse diye. Canım sıkılırsa ev benim atlar gelirim diye takılmaktan da geri kalmadı :)))))


Bizim evimiz Virginia eyaletinin Arlington şehrinde efendim aşağıda görebilirsiniz. Bu bina bizim binamız :))) Aşağıdaki resim de binamızın karşısındaki pentagon row denilen alışveriş merkezi ve rezidans :)))


Devamı var....

29 Ekim 2009 Perşembe

Görülen Lüzum Üzerine...

Efendim tepkiler gırla... Niye kapattın blogu...Beni sen eklesene beni yorma...Yok şu mail adresine değil bu mail adresine at daveti... en bombası annemden... Ben bulamam ki blogu zaten mailleri nasıl okuduğumu da unuttum :))))))

Zaten hepsi Selen'in suçu...beni SUY'luğumdan beri de sevmez bu... Tutturdu kapatalım blogları millet gıcık olsun deyüüü...

Neyse buyrun okuyun efem emrinize amade blogum. Ama hala sadece çikolata meselesi var:)))

25 Ekim 2009 Pazar

Ahhhh çikolatam...Ahhh çocukluğum...

Ortaokuldayken Çağlar diye bir arkadaşım vardı. Hani kızların çiftler halinde dolaştıkları, kol kola tuvalete gidip kantine indikleri dönemler...Ben bu kol kola meselesini de pek sevmezdim de hani böyle yakın arkadaşı olmayanlara bir tuhaf bakıyordu toplum o dönemde :))))

Her neyse Çağlar'la bir gün kantine indiğimizde yeni bir çikolata geldiğini gördük ve deneyelim dedik. O günden sonra hemen her teneffüs gidip bu çikolatadan almaya başladık. Zil çalar çalmaz sınıftan ok gibi fırlıyorduk -kol kola hadisesi sona ermişti çok şükür- ki beş dakikalık teneffüsümüz var sıraya girmeden çikolatamızı alalım ve tadını çıkara çıkara yiyelim. Bütün harçlık bu çikolatalara gitmekteydi anlayacağınız.

Bir sabah kantinci amca bize "yok" dedi "kalmadı"... Ertesi gün de...sonraki gün de çikolatamız yoktu... Sonunda itiraf etmek zorunda kaldı. Artık gelmeyecekti...O zaman yaşadığımız hayal kırıklığını anlatamam.

Çikolatadan bir süre sonra Çağlar da beni terk etti . Sınıftan daha popüler bir kızın en iyi arkadaşı olmayı tercih etmişti. Enti püften bir sebepti küslüğümüz...ve uyduruktu barışmamız... Bir sene sonra okul değiştirdi Çağlar...Üniversitede bir iki kere görüşmeye çalıştık ama küslük pek çok şey götürmüş barış pek yüzeysel kalmıştı...

Ben hep bu çikolatayı aradım 14 yaşımdan beri. Başlarda adını hatırlıyordum ama sonradan o da silindi zihnimden... "Hani böyle çikolatayı eritip incecik dökmüşsün gibi. Öyle parçalardan oluşuyor" Sabırla ama anlamaz gözlerle baktı millet bu yaşıma kadar..

Pentagon City'deki evimizin önünde World Market diye bir dükkan var. (Dükkan ya, ne komik bir kelime) Dün World Market'ta gezinirken dünyanın değişik köşelerinden Amerikalıların zevkine sunulan lezzetler arasında kütttt diye çarptı çikolatam beni...


Adı Flake...mişti. O kadar da bilinmedik bir marka değilmiş aslında. Meşhurmuş resmen. Ama ben onun adını hatırlarken bilgisayarla bu kadar haşır neşir değildim. Bilgisayarla samimiyetim arttığında ise artık onun adını hiç hatırlamıyordum.




Sevincime Yaşam pek şaşırdı. İki tane kaptım eve geldim. O mu acaba diye ambalajı yırttım vallahi o... Flake bana iyi geldi. İlk defa burada, gavurun ilinde, bulunmak beni memnun etti. İlk defa Türkiye'den ayrıldığıma sevindim. Türkiye'deki çocukluğum Amerika'da burnumun direğini sızlattı.

Hayatta en çok korktuğum şeylerden biri ucunu açık bıraktığım halkalar... Küstüğüm, koptuğum ve bu yüzden görüşmedeğim insanlarla bir daha görüşemeden ölmek. Flake'i buldum tadı hala küçüklüğümdeki gibi... Ahhhh bir de Çağlar'ı bulabilsem...

Bilge





Resimler: http://www.chocablog.com/reviews/cadbury-flake/

20 Ekim 2009 Salı

İlk not

Bugüne kadar bir sürü insanın blogunu okudum...okudum...okudum ve dedim ki benim niye bir blogum yok. Hem okuması eğlenceli hem de taaa buralardan taaaa ülkeme birden fazla insana en kolay bu yolla seslenebilirim.

Şimdilik olgunlaşmamış bir blogumuz var. İki de yazarımız var. Yaşam ve Bilge...

Haydi rastgele...